15 Mayıs 2016 Pazar

Kitaptan Alıntılar


Demek, savaş, daha önceki savaşlarla karşılaştırarak değerlendirdiğimizde, bir düzenbazlıktan başka bir şey değildir… 

Sorun, dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi. Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.

Biz elimizden geldiği kadar hızlı basıyoruz, ama Düşünce Polisi de neredeyse bizim kadar hızlı, kitapları bir bir bulup yok ediyor…

Sevgi Bakanlığı'nda neler olup bittiğini bilen yoktu, ama yine de kestirmek o kadar zor olmasa gerekti…

Açıkçası, Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. 
Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı…

… Parti bir kuşak sonra buharlı makinenin icadına da sahip çıkacaktı
Kitap Hakkında Yorumum


Orwell'ın Çocukluğu
Ben  bu hikayeye ilk başladığımda gerçekten çok sıkılmıştım ama yorumlarınıda okuduğum için neler olacağını merak ediyordum,zaten nasıl olduysa okudukça okudukça daha fazla okuyasım gelmeye başladı,başlarda bitmeyen sayfalar sonra su gibi akıp gitti.

Özgür düşünceyi kaldırmak için her şeyi yapan anlayış her tarafa yerleştirilmiş durumda, tele ekranlar ve mikrofonlar tarafından insanlar sürekli izleniyor.Bu düzen içinde yaşamaya çalışan bir topluluk.
Kitap bize Winston Smith'i  partinin çıkarları doğrultusunda çalışan biri olarak tanıtıyor.Winston en büyük suçu işleyerek partideki kuralların dışına çıkarak devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanları kandırdığını düşünüyor. Bu hikayede her şey partinin isteği doğrultusunda olmak zorundadır.

Orwell,ilk sayfalardan itibaren biz okuyucuları bir sorgulamaya itiyor.Hikayeyi okurken olayları günümüzle kıyasladım ve empati kurdum acaba demediğim bir sayfa bile olmadı.Acaba ben olsaydım ne yapardım,acaba ne kadar zor olabilir,acaba böyle bir hayatı yaşamak mümkün mü vb. sorular hep aklımdaydı.Sonra düşüncem,o insanların bu hayatta yetişmeleri başka bir hayatı yaşamayı hayal etmeyi bir kenara koyup düşünmelerinin bile yasak olduğu yönünde ilerledi.

Savaşta Orwell gırtlağından vurulduOrwell'ın kurguladığı dünyada; baskıcı bir yönetim var ve insanlar bu yönetime göz yummuş durumda.Hayatlarına bakıyorum geçmiş diye bir şey yok,kendi kararlarını verme;istediğini yeme,içme,sevme,yazma hatta düşünme hakları bile yok.Ben burdan bakınca direk olarak köleleği görüyorum. Sloganlarındada olduğu gibi ''Savaş barıştır,özgürlük köleliktir,cahillik güçtür.'' Hikayenin akışıyla savunulan her şey o kadar birebir ki insanın aklı farklı bir yere kaymıyor.

Orwell hikayeyi o kadar güzel,gerçekçi sanki yaşanmış gibi yazmış ki okuduğumda,her aklıma geldiğinde tüylerim diken diken oluyor.Hikaye o kadar kapsamsal ki her millete her insana her döneme hitap ediyor.Kitabın gerilimi ve aksiyonu da maksimum seviyede.
Her an her şey ortaya çıkacak yazdıkları bulunacak düşünceleri ortaya çıkacak Julia'da düşman olabilecek diye düşünürken zaten aslında her şeyin basit bir düzende onların istediği gibi ilerlediğini görünce büyük bir hüsranı ve hayranlığı aynı anda yaşadım.

Bu hikaye aynı anda korkmama da sebep oluyor, zaman geçtikçe dünya daha iyiye gitmeyi bırakıp böyle bir hal alabilir mi diye düşünmeden edemiyorum.Bunları düşünmemin sebebi de Orwell'in 1984'te anlattığı dünyanın gerçekleşmesinin imkansız olmaması.Hikayede yaşanan şeyler aklımda bir sürü sorular uyandırsa da umuyorum ki dünyamız hiç bir zaman bu hale gelmez.
Orwell bir verem hastasıydı


İLGİMİ ÇEKEN DİYALOGLAR

Şunu asla unutma: Her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır.Partinin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanarak, defalarca yenilecektir.Elimize düştüğün günden bu yana yaşadıkların, başkaları içinde sürecek, daha da kötüleşecektir.Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar asla son bulmayacak.

Winston: Büyük birader diye biri gerçekten var mı?
O'brien: Bu var olmakla neyi kastettiğine bağlı.
Winston: Demek istediğim, o benim var olduğum gibi var mı?
O'brien: Sen yoksun.

Kitabın ana fikrinin bir kısmını özetleyen çok küçük bir diyalog.




1984




ESERİN ADI:1984 
YAZARI:
GEORGE ORWELL(1903-1950) 

GENEL BİLGİ: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Aynı zamanda kitapta geçen "düşünce polisi" gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.
1984 bir korku ütopyasıdır. Big Brother (Büyük Birader) ismindeki biri büyük bir  ekrandan tüm halkı bilgilendirir.
''Düşünce Polisi'' kavramını hayatımıza sokan eserde Totaliter bir merkezi tek parti iktidarı vardır. 
Bu partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir.
''Geçmişi denetleyen" diyordu Parti sloganı, "geleceği de denetler; şu anı denetleyen geçmişi de denetler.''
Büyük Birader seni izliyor.



Başlıca Karakterler: 
Winston Smith: Okyanusya’nın propaganda fabrikası Hakikat Vekâletinde çalışan vasat zekâlı, küçük bir memur. 
Julia: Hakikat Vekâletinin Kurgu Dairesinde çalışan güzel, isyankâr bir genç mekanik. 
O’Brien: Parti yüksek kademesindeki küçük çevreye mensup çirkin, yüksek ölçüde zeki bir üye.  
Mr. Charrington: Londra’da, mazinin zevkli ve cazibeli kalıntılarıyla dolu bir eskici dükkânının yaşlı sahibi. 
Büyük Birader: Okyanusya’nın, her şeyi gören, her şeye kaadir ve manyetik gözleri ile her ilân ve reklâm tahtasından bakan hükümdarı. 
Emmanuel Goldstein: Okyanusya’nın baş düşmanı, yarı-mistik bir adam. 

Hikâye:
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Ve-kâletindeki işi başından bir müddet için ayrılarak hâtıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Bir kaç gün öncesi, Mr. Charrington’un eskici dükkânından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştı. Mazinin gizli düşüncelerinin ve kalıntılarının yasaklandığı 1984′de, bu, tehlikeli bir hareketti. Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Bir’in başlıca şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti -Eurasia ve Eastasia- gibi Okyanusya da, Ingsoc, yani İngiliz Sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Bu ülkedeki halkın ekseriyeti Prol’lar (proletarya) diye isimlendirilir; üzerlerinde durulamayacak kadar aptal olduklarına inanılır. Parti, üyelerinin tam sadakatini temin etmek için, her odaya gidiş-gelişi kontrol eden bir televizyon ekranı koymuştur. Parti dış çevresinde küçük bir memur olarak çalışan Winston’un odası öylesine yapılmıştır ki, odanın belirli bir noktasında durduğu zaman, bir an için dahi gözlerini kapamayan televizyondan kendisini gizleyebilir. Not defterini açtığı zaman, odanın bu belirli köşesindedir ve hatıralarına, vatana bir kaç defa hıyanet sayılacak şu cümle ile başlar: «Kahrolsun Büyük Birader.» Sert, bıyıklı yüzü ile her reklâm tahtasından sokaklardakileri süzen Büyük Birader, Okyanusya’nın Eastasia ve Eurasia ile yaptığı nihayetsiz harplerin esrarengiz kahramanıdır. Yüzünü gören yoktur, ama Aşk (Sevgi) Vekâletinin işkence odalarında ve zindanlarında, Devlete karşı gelen herkese, onun ne güçte bir adam olduğu gösterilir. Hakikat Vekâletindeki işinin başına dönen Winston, tekrar her günkü işine eğilir. Bu iş, Okyanusya’nın şimdiki siyasetine uydurmak için, Times gazetecinin eski sayılarının muhtevalarını değiştirmektir. Winston, bu işin uzmanı olmakla beraber, işinden ve Okyanusya’nın resmî dili Yeni konuşma’nın lügatinin yeni bir baskısını hazırlamakla meşgul olan gayretkeş işçilerin çoğundan nefret eder. Winston’un bu kasvetli, ruh-yıkıcı işi, her işçinin katılmağa mecbur kaldığı iki Dakikalık Nefret anı ile kesintiye uğrar. Büyük bir salonda, Eurasia’lıların yaptıkları işkenceleri gösteren bir film seyrederler. Partinin hemen hemen efsanevî düşmanı, karşı ihtilâlci ve Partinin bütün askerî, sosyal ve ekonomik başarısızlıklarının sebebi olarak gösterilen Emmanuel Goldstein’in perdede görünmesiyle, salondakilerin nefreti zirveye erişir. Şimdi hepsi bir ağızdan perdedeki Emmanuel Goldstein’e lanet okur, küfrederler. Bu birlikte lânetlemeye katılmayanlar, derhal Düşünce Polisine ihbar edilir ve ardından «buharlaştırılır». İki Dakikalık Nefret ânında Winston, Julia adındaki sevimli, sakin, kara saçlı kızı görür, Kızın, nefret edilen Düşünce Polisinin bir mensubu olduğunu ve bu yüzden de kendisini takip ettiğini sanır. Herkesin giymeğe mecbur olduğu tulum-gömleğe bürünmüş (kız, proletarya sınıfı için ucuz romanlar çıkaran makineleri tamir eder) Julia, vücuduna, Anti-Seks Derneğinin sancağını sarmıştır. Kız, Winston’a gizlice, üzerinde «Seni Seviyorum» yazılı bir not gönderir. Winston ve Julia, şehir dışında, televizyon ekranından uzakta, kuytu ve sessiz bir yerde buluşmak üzere anlaşırlar. Winston, bir zamanlar evli idi. Ateşli bir Parti işçisi ve Anti-Seks Derneği üyesi olan karısı, seks’i katı Parti düşüncelerine göre, ancak Devletin yararı uğruna girişilen bir icraat olduğu için tahammül, edilen bir görev olarak ele alıyordu. Çocukları olmayınca, kadın Winston’u terk etti. Winston, yegâne sevgiyi, senelerce önce kaybolan, muhtemelen buharlaştırılan annesinde görmüştü. Julia ve Winston şehir dışında buluştuklarında birbirlerine âşık olurlar ve günü sırlarını birbirlerine ifşa etmekle geçirirler. Julia ona, ancak güvenlik sebeplerinden ötürü Anti-Seks Derneğinin üyesi ve zahiren sadık bir Parti işçisi olduğunu söyler. Gerçekte, şehvetli bir kadındır, hayatı sever ve Partiden nefret eder. Winston gibi, proletaryanın yönettiği ve Parti üyelerinin hiç bir zaman gitmemeleri gereken karaborsa dükkânlarında alış-veriş etmeyi çok sevdiğini anlatır. Buralarda, bazen, Parti dış kademelerinin kullandıkları sanılan «Zafer» sentetik kahve ve çikolataları yerine gerçek kahve ve çikolata bulunabiliyordu. Mr. Charrington’un eskici dükkânı Winston’u hayret içinde bırakır. Tekrar tekrar oraya gider, şimdiki zamandan daha mutlu geçmiş olduğuna ve hiç bir zaman Parti tarih kitaplarının anlattığı kadar berbat geçmemiş olduğuna inandığı mazi hakkında ipuçları arar. Gizlice yaptığı bu ziyaretlerinden birinde, Mr. Charrington Winston’a, dükkânının üstünde gizli bir yatak odası gösterir. Oda, Ingsoc ihtilâlinden önceki hâlini muhafaza etmektedir. Oda, oldukça pis olmasına rağmen rahattır ve en iyi tarafı, televizyon ekranı yoktur. Bir an için doğru düşünme yeteneğini kaybeden Winston, burasını Mr. Charrington’dan kiralar, Julia ile zaman zaman burada buluşur. Birbirine duydukları aşkın tesiri altında, Winston ve Julia, 1984′ün baskıcı Devletine karşı gizlice isyan etmiş başkalarının da bulunabileceğini düşünürler. Ah, onlarla bir temas kurabilselerdi! O’Brien adında birini düşünen Winston Parti iç çevrelerinin üyesi bulunan bu adamın çirkin ve zekâ fışkıran yüzünde, Partiden tiksindiğini anlatan bir ifade sezdiğini hatırlar. Winston ve Julia, O’Brien’ın gayet göz alıcı bir şekilde döşenmiş apartmanına gider ve ona, gerçekten bir karşı-ihtilâl plânının hazırlanıp hazırlanmadığını sorarlar. O’Brien, onların bu sorusuna evet cevabını verir, bu karşı-ihtilâlin saflarına onları da kaydeder; fakat ideallerinin gerçekleşmesinden çok önce öldürülebileceklerini de ilâve eder. O’Brien, iki âşığa Emmanuel Goldstein’in mevcut bulunduğunu ve okuması için Winston’a ödünç olarak verdiği heretik bir kitabın da müellifi olduğunu söyler. Maamafih Winston, Goldstein’in kitabını okumadan önce, kendisini Nefret Haftasının hazırlıkları içinde bulur. Okyanusya, aniden ve hiç bir sebep gösterilmeksizin, harpte saf değiştirmiştir. Şimdi Eurasia ‘müttefiktir, Eastasia da düşman. Yeni dostluğa halel getirecek bütün belgelerin derhal değiştirilmesi gerekmektedir. Nefret Haftasından sonra, Mr. Charrington’dan kiraladığı odada Julia ile istirahat eden Winston, Goldstein’in kitabım okumaktadır. Kitap, Devletin giriştiği sayısız işkenceleri, yalanları ve sahtekârlıkları bir bir sıralar. Birdenbire, nereden geldiği bilinmeyen bir ses, Winston ve Julia’nın tevkif edilmelerini emreder. Dehşet içinde kalan Winston, odada gizli bir televizyon ekranının bulunduğunu ve Mr. Charrington’un da, Düşünce Polisi mensubu olduğunu öğrenir. Muhafızlar derhal odaya gelirler. Bir tanesi, Julia’nın karnına bir tekme indirir. Winston, Aşk Vekâletinde, küf kokan bir mahzene atılır. Winston, burada günlerce bin bir türlü işkenceye maruz kalır ve dövülür. Artık kendisinin nerede olduğunu bilmez. Ardından, O’Brien’ın önünde, haftalarca süren «konferans»lara tâbi tutulur. Bu «konferans» lar sırasında, kendisine devamlı elektrik şoku verilir ve ancak, hatasını itiraf edecek kadar canlı tutulur. Maamafih O’Brien, Winston’un itiraftan da öteye geçmesini ister. Winston’un, ruhunun derinliklerinde. Büyük Biraderin her şeye kaadir olduğuna, her yararın ondan çıktığına, fertlerin özel düşüncelere sahip olamayacaklarına ve eğer Parti, iki kere ikinin beş ettiğini söylerse, bunun doğru olduğuna inanmasında ısrar eder. Winston’a, isyankârlara tuzak kurmak için, Goldstein’in kitabım kendisinin yazdığını da ilâve eder. Bütün bu işkenceler sırasında Winston, gururunu ayakta tutacak bir sebebe sarılır: Julia’ya hissettiği aşk. Onun şimdi hayatta olup olmadığım bilmemesine rağmen, bu aşkı kimsenin kendisinden alamayacağım sanır. Fakat Düşünce Polisinin başvurduğu yollardan biri, kurbanlarını en fazla dehşete düşüren şeyin ne olduğunu öğrenmektir. O’Brien, Winston’un farelerden son derece tiksindiğini bilir. İçinde koca koca aç farelerin bulunduğu büyük bir tel kafes, Winston’ın yanına konur. O’Brien, fareleri serbest bırakacağını söyler. Winston, sebepsiz bir panik ânın-da, farelerin Julia’nın önünde serbest bırakılmaması için yalvarır. Artık yaşaması için hiç bir sebebin kalmadığını bilir. Bu büyük hıyanetinden sonra, Winston serbest bırakılır. Şimdi fiziken, zihnen ve ruhen parça parça olmuştur. Ağzına yediği tekmelerle dişleri kırılmış, saçları dökülmüştür. Buharlaştırmaya lâyık bir kimse olarak görülmediğinden, kendisine küçük bir iş verilir. Şimdi yapayalnızdır, kendisinden nefret edilir, günlerini bir kahvehanede Zafer içkisi içerek geçirir. Bir gün, kendisi gibi her türlü işkenceye tâbi tutulan ve böylece bambaşka bir insan haline gelen Julia’yı görür. Her ikisi de, birbirine hıyanet ettiklerini söyledikten sonra, söyleyecek başka bir şeyleri kalmadığını anlar ve ayrılırlar. Winston, bir” gün televizyon ekranından, Okyanusya’nın, Afrika’da büyük bir zafer kazandığını duyar, önceleri, bu tür haberlere inanmazdı, ama şimdi inanır. Beyin yıkama işlemi ve şok tedavisi başarılı olmuştu. Winston, ruhunun derinliklerinde. Büyük Biraderi artık gerçekten sevdiğini anlar.
       

GEORGE ORWELL


George Orwell, asıl adı ile Eric Arthur Blair (d. 25 Haziran 1903, Bihar; ö. 21 Ocak 1950, Londra) , 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir.
Orwell’in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji‘nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma‘da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur.Gençlik döneminde Fransa‘da bulunmuş, türlü mesleklerde çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır. Orwell’in ilk romanı, otobiyografik olup olmadığı halen tartışma konusu olan Paris ve Londra’da Beş Parasız‘dır. 1933 yılında yayınlanmış olan bu eserde olaylar, ismi asla zikredilmeyen bir karakterin ağzından aktarılmaktadır. Eserin kahramanı Paris‘te İngilizce kursu vermek üzere bulunan, öğrencilerinin dersleri türlü bahanelerle bırakmasından sonra ise işsiz ve meteliksiz kalan genç bir adamdır. Günler boyunca açlık çeken, sokakta sabahlayan, sonunda önce otel mutfağında, ardından da bir restoranın bulaşıkhanesinde iş bulan baş karakter, sonunda zihinsel engelli bir çocuğun eğitmenliğini üstlenerek Londra‘ya gider.Ne var ki talihsizlik ve yokluk, burada da peşini bırakmaz. İşvereni olan ailenin tatile çıktığını öğrenir, onların dönüşünü yersiz yurtsuz bir serseri olarak, yollarda aç bilaç taban teperek, güçsüzlere ayrılmış yatakhanelerde sabahlayarak geçirmeye zorlanır. Avrupa‘nın iki büyük başkentini toplumun en alt basamağındaki bir kişinin gözünden betimleyen eserden sonra Burma Günleri (1934) ve pek fazla beğenilmeyen Papazın Kızı(1935) gelir. Orwell’in edebi hayatındaki ikinci kilometre taşı, daha sonra kaleme alacağı Daralma ile pek çok ortak noktası bulunan Keep the Aspidistra Flying (Zambak Solmasın) adlı romandır. Orwell bu eserde kendisinin de bir parçası olduğu, dar gelirli ortadireğin yaşantısına ayna tutar; bu sınıfa mensup olanların hayatını adım adım kurutup manasızlaştıran, umutlarını ve hayallerini teker teker öldüren geçim derdine ve tekdüzeliğe isyan eder. 1937 yılında Orwell maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan Wigan Pier Yolu‘nu kaleme alır. Ne var ki yazıları, bu tarihten sonra bir süreliğine kesintiye uğrayacaktır; çünkü güneyde, İspanya‘da savaş davulları çalınmaya başlanmıştır.
Orwell, İspanya’da darbe girişiminde bulunan, Hitler ile Mussolini‘nin de desteğini alan Franco’ya karşı çarpışacak gönüllülere katılarak İspanya’ya gider. Savaşa dair anılarını daha sonra Katalonya’ya Selam adlı eserinde aktaracaktır. Orwell’in ölümünün ardından evrakı arasında bulunan notlarda İspanya’ya ilk gidişini şu şekilde anlatır;
İspanya İç Savaşı ve Orwell
POUM milisine 1936 yılı sonunda katıldım. Bir başkasına değil de bu milise 
katılmamın başlıca nedenleri şunlardı: İspanya’ya gitmeye gazete makalelerim için malzeme toplayabilmek amacıyla niyetlenmiştim. Bunun yanı sıra, eğer çarpışmaya değer gibi görünürse, belki de savaşırım diye muğlâk bir düşünce de vardı kafamda. Ne var ki hastalıklı bünyem ve nispeten az sayılabilecek askeri tecrübem hesaba katıldığında, savaşmak hususunda pek bir kuşkuluydum.
Orwell gördükleri karşısında çok etkilenir: Darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler ve anarko-sosyalistler İspanya’da yepyeni bir düzen kurmuş gibidir. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler sokaklardan çekilmiştir. Piyasadaki pek çok mal ihtiyaç sahiplerine parasız dağıtılmaktadır. Yeni sistem sosyal hayatın her detayını etkilemektedir: Artık hiç kimse senyör gibi, karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telaffuz etmemektedir ve bahşiş bırakmak yasaktır. Orwell cepheye gider, bir keskin nişancının attığı mermiyle gırtlağından vurulur. Ölümden kılpayı kurtularak cephe gerisine gönderilir ve İspanya’ya ilk geldiğinde gördüğü düzenin tamamen ortadan kaldırılmış olduğuna tanık olur. Kanaatine göre bu durum sadece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa’da zamansız bir sosyal devrim hareketinin başlamasını “faşizme karşı birleşik cephe” politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin‘in de eseridir. Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği ile yakın bağları bulunan İspanyol Komünist Partisi bir siyasi temizlik hareketine girişir. POUM (Marxist İşçi Birlik Partisi) yasadışı ilan edilir, yabancı uyruklu birçok asker tutuklanır veya -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kalır. 1930’lar İngilteresinde ‘sınıf atlama özlemini’ni bir kara mizah ile eleştirmektedir. Aspidistra, sınıf atlama özentisi içindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklam ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklamcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın beklenmedik sonunu yine sevgilisi yaratmaktadır. İspanya’daki “ihanete uğramış devrim” tablosu Orwell’i derinden sarmıştır. Ancak en meşhur yapıtları olan Hayvan Çiftliği‘nin ve 1984‘ün sırf Stalin’i yermek için kaleme alındığını iddia etmek mevzuyu haddinden fazla basitleştirmek olacaktır. Orwell yazarlığa başladığı günlerdeki çizgisinden sapmış değildir: Nasıl ki ilk eserleri kendi tecrübelerinden izler taşıyor, ancak her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri de işliyorsa; savaş sonrası yapıtları da yalnızca Franco’nun, Hitler’in, Stalin’in dünyasını değil, bu ‘despot’ları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır. Hayvan Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl, kesilmekten, kırkılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sahiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir. Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakar at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir.Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; el sahibi olmadıkları halde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hatta bir değirmen inşa etmeyi bile başarırlar. Ne yazık ki zaferleri, yöneticiliğe soyunup gitgide ‘insanlaşan’ domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkûmdur. Romanın alt başlığı “BİR PERİ MASALI”dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir elbette; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır. Orwell’in ömrü, henüz kırk altı yaşındayken noktalanmıştır. Hayvan Çiftliği‘nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açmıştır. II. Dünya Savaşı boyunca Observer gazetesinde çalışmıştır. 1945 yılında eşini başarısız bir ameliyat sonrasında kaybetmiş, ölümünden kısa bir süre önce yeniden evlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra’da hayata veda etmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmıştır.


  KİTAPLARI

  • Paris ve Londra'da Beş Parasız (1933)
  • Burma Günleri (1934)
  • Papazın Kızı (1935)
  • Zambak Solmasın (1936)
  • Wigan İskelesi Yolu (1937)
  • Katalonya'ya Selam (1938)
  • Daralma (1939)
  • Hayvan Çiftliği (Bir peri masalı) (1945)
  • Neden Yazıyorum (1946)
  • Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949)
  • Boğulmamak İçin


17 Aralık 2015 Perşembe

Romandan Alıntılar
  • Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye saklanmak, işte asıl zevk budur.


  • Madem ki mesut olmak mümkün değildir,olmaya çalışmakta mesut olmazsa bile öyle görünmekte güzel bir metanet, bir kuvvet var geliyordu.O zaman tevekkülde bir muzafferiyyet değilse bile bir güzellik bahusus bir rahat bulunduğunu anlar.Halbuki hayata karşı isyan insanı hatta rahattan mahrum bırakıyor,felâketten felâkete değil, sefaletlere, hatta rezaletlere atıyor, levs içinde bile çalkıyordu. Demek hayatının Eylülünde de yeis ve fütur yerine takayyüt bir şeye yarayabiliyordu.

  • ...Sevmeye gelince; o böyle sokaktan geçerken karşıdan görmekle erkek sevmeyi anlayamıyordu. Bu ona, seveyim diye sevmek gibi geliyordu; sevmek için bilmeyerek sevmek, sonra farketmek gerekir diye düşünüyordu.
    Öbür türlüsü... İşte Hacer'in. Hacer gibilerin sevdaları... Ömrünü geçirdiği cumbada birini bularak sevip sevilmek için geçen ömründe, uygun ya da uygun olmayan her bulduğuyla aşk oyunu yapmak; işte onların sevmeleri...
    Sevmek, bir hastalık gibi geldikten ve sizi eline geçirip kahrettikten sonra anlaşılan, o zaman görülüp incelenen bir durum olmalı idi. Kim bilir Hacer bu pencerede kimleri sevmişti? Yani mümkün olsa sevecekti ve mümkün olmadığı için, bu gerçek hayatları boyunca devam ediyor; yalnızca bir aşk hevesi, gidip gelişleri merak edilen bir hayal olarak kalıyorlardı.


13 Aralık 2015 Pazar

Eylül

Kitabın Konusu:Evli bir kadın ile evlerine girip çıkan genç bir akrabası arasında yaşanan yasak aşk anlatılır.Suad bir yanda kocasına duyduğu bağlılık ile diğer yanda Necib'e karşı duyduğu aşk arasında bocalar,çırpınır durur.Necib ise bir yanda akrabası Süreyya'ya duyduğu arkadaşlık,dostluk ile diğer yanda Suad'a karşı duyduğu aşk arasında bocalar.Mehmet Rauf,Eylül romanında yasak aşktan kaynaklanan imkansızlıkları,bu iki aşığın psikolojik hallerini , kırgınlıklarını , kıskançlıklarını , sevinçlerini,heyecanları,vicdan azaplarınıı gerçekçi bir şekilde yansıtmıştır.

Kitabın Ana Fikri:Evli olan kişilerin ellerinde olmadan,birarada bulundukları sürede birbirlerine herkesten habersiz yakınlaşmaları ve aralarındaki yasak aşkı anlatmaktadır.

KİŞİLER
Suat: Kültürlü, duygulu, ince düşünceli, içedönük, piyano çalmaktan ve musikiden hoşlanan, kocasının mutluluğu için her türlü çabayı gösteren bir kadındır.
Süreyya: Karısını seven, saadeti deniz kenarında bir yalıda arayan, yaşamayı ve kalabalıkları isteyen, eşinin tam tersine musikiden hiç hoşlanmayan, piyano sevmeyen, dışadönük bir adamdır.
Necip: Otuz yaşlarında yakışıklı kibar ve zarif bir gençtir. Gönlünün aradığı kadını bulamadığı için evlenmemiş, romantik mizaçlı, yalnız yaşamaya, serbest kalmaya, gezip eğlenmeye alışmıştır. Temiz kalpli, dürüst, olgun ve duyguludur.
Hacer: Suat’ın görümcesidir. Orta halli fakat görgülü bir aileye mensup, neşeli, eğlenmeyi seven, alaylı ve kıskanç bakışlarıyla etrafındakileri rahatsız ve tedirgin eden, kocasına karşı kayıtsız ve ilgisiz, bekâr bir kadın gibi davranan ve öyle görünen, fesat bir kadındır.
(Alıntı:lafebesi.org)
ROMAN İLE İLGİLİ KİŞİSEL GÖRÜŞÜM
Roman başta sıkıcı  gelse de o dönemle ilgili yapılan betimlemeler ve insanların ruh halleri beni empati yapmaya itiyor.Bu romanda olaylardan çok kişisel düşünceler yer aldığı içinde aynı psikolojiye girmemiz daha olağandır.Sürekli fikir değiştirmeme sebep olan bu kitabın sonuda beni fazla etkiledi.Benim aklımda kalan soru yangının nasıl çıkmış olabileceği.Ve neden herkes dışarı çıkarken genç Suad'ın çıkmamış olması.Ve en hüzünlendiren şey ise Necib'in hiç düşünmeden Suad için içeri atılmasıdır. Mehmet Rauf, romanlarda genellikle intiharla çözülen sorunu burada yangın-intihar karışımı bir sonla bitirmiştir.Okuduktan sonra her şekilde düşünebilmemizi sağlayan bu romanı okumanızı kesinlikle 
tavsiye ederim.


ROMAN HAKKINDA YORUMUM
Yazar (Mehmet Rauf) bize ne kadar sevilebilceğini gösteriyor.Ve bu sevginin,aşkın bizim seçtiğimiz insana olmayacağını,bizim seçtiğimiz zamanda gerçekleşmeyeceğini.


Necib...Necib günümüz ilişkilerden farklı olarak Suad'ın dış görünüşüne değil,kişiliğine;sevecenliğine,sakinliğine,içtenliğine,güzel düşüncelerine hayran bir insan.Nerden bilebilir ki bu hayranlığın bir gün durdurulamaz sevgiye dönüşeceğini.Ne kadar güzel seviyor Suad'ı,insan onun gibi biri tarafından sevilmek hatta zor olduğu için onun gibi sevmek istiyor,her ne kadar yanlış olsada.Ben Necib için üzülüyorum evet  pekala Suad'a ilgi duyabilir ama Suad'ı kendi kocasından kıskanmak...Zor çok zor bir şey.Necib her ne kadar Suad'ı kendi gözünde ilahlaştırsa da Suad'ın ona karşılık vermesi kocasına yaptığı çirkin bir ihanettir.Peki Necib bunu neden görmek istemiyor? 

Necib'in Suad'ı Süreyya'dan daha çok sevdiği barizdir ama elbette doğru değil.Ah be Necib ne güzel sevmişsin yanlış kadını.



Açıkcası ben hikayenin başındayken az çok biliyordum konuyu ama Suad'a yakıştıramıyordum ve hala yakıştıramıyorum,insan aşık olmadığı birisiyle zaten evlenmemeli ama eğer evlenmişse bile o kişiye karşı bir sorumluluğu olduğunun farkında olmalı.

Her insan Necib gibi değil mi? Yasak olan hep ilgimizi çeker. En bilindik örneği Adam ile Havva'da yasak olan elmayı yedikleri için cennetten atılmamışmıydılar?

Süreyya'da onlar kadar suçlu...Her şeyden şikayetçi hiç bir şeyi beğenmeyen karısıyla yeteri kadar ilgilenmeyen tek derdi gezmek olan bir insan.Elbette böyle bir şeyi haketmiyor ama yanlışları yok demek haksızlık olur.

ROMANIN YAZILDIĞI DÖNEME İLİŞKİN ALTERNATİF SON ÖNERİM
Suat Necip’e eldiveninin tekini verir.Süreyya bu sahneyi görür ve Necib'e saldırır.Suad ise o ortamdan hemen kaçıp bu yükle yaşayamayacağı için kendini İstanbul'un serin sularına bırakır.Necib ise Suad'ın ölümünü öğrendikten sonra kendini kaybeder ve hastaneye yatırılır.

Mehmet Rauf



Mehmet Rauf (d. 12 Ağustos 1875 - ö. 23 Aralık 1931), Türk edebiyatçı. İstanbul'da doğmuş ve küçük yaşta edebiyat ile ilgilenmeye başlamıştır. Bahriye Okulu'na gitmiş, İngilizce ve Fransızca öğrenmiştir. Yakından takip ettiği Halit Ziya Uşaklıgil'in eserlerine ve realizm akımına ilgi duymuştur. Fransız yazar Paul Bourget'yi okudu ve ondan etkilendi. 1896 yılından itibaren Servet-i Fünûn'da yazmaya başladı. Roman, hikâye ve tiyatro türünde eserler vermiştir. Psikolojik tahlillere büyük önem verir. Bu yüzden eserlerinde kahraman sayısı azdır.
Romanlarında genelde İstanbul ve çevresinde yaşayan seçkin ailelerin arasında geçen aşk ilişkilerini konu almıştır. Zaman zaman şiirler de yazmıştır.





Eserleri:

ROMAN
Eylül (İlk psikolojik romandır)
Ferda-yı Garam
Karanfil ve Yasemin
Genç Kız Kalbi
Böğürtlen
Son Yıldız
Tuba
Halas
Ceriha
Kan Damlası
Define
Bir Zambak Hikâyesi
Darendem

HİKAYE
İntizar
Son Emel
Bir Aşkın Tarihi
Üç Hikaye
Aşk Kadını
Eski Aşk Geceleri
Gözlerin Aşkı
Aşikane
Hanımlar Arasında
Pervaneler Gibi
Kadın İsterse,




ŞİİR
Kazım
Sonbahar

MENSUR ŞİİR
Siyah İnciler

TİYATRO OYUNLARI
Pembe Köşk
İki Kuvvet
Yağmurdan Doluya
Pençe
Sansar (1920
Cidal (1911)
Cidal (1911)

Edebi Kişiliği

Mehmet Rauf’un edebî kişiliği dönemin güçlü yazarı Halit Ziya’nın etkisi altında gelişir. Sanatçının üzerinde Halit Ziya dışında Fransa’da psikolojik roman alanında öncü olan Pal Bourget’in de etkisi vardır. Mehmet Rauf Eylül romanını yine bu etkiyle yazar.

Mehmet Rauf, ferdin iç dünyasını esas alan konuları ile Servetifünun hareketinin genel karakterine daha uygun romantik duyguları, hayalleri ve romantik aşkları işlerler. Bu psikolojik içeriğe sosyal hayattaki Batılılaşma hareketine ait bazı unsurlar karışmış olsa da onun eserlerinde sosyal unsurlar sadece basit çevre tasvirleri olarak kalmıştır.

Sanatçı, tüm gücüyle ele aldığı kahramanların iç dünyasına yönelir ve burada psikolojik tahlillerde bulunur. Bu çalışmaları ona edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman olan “Eylül”ü yazdırmıştır. Eserlerinde şahıs kadrosunu dar tutmuş ve olay örgüsünü ikinci plana atmıştır. Sanatçının bir diğer önemli eseri ise mensur şiirlerinin yer aldığı “Siyah İnciler”dir.

Kısaca özetleyecek olursak;

Halit Ziya’dan sonra Servetifünun romanının en önemli ismidir.
Eserlerinde Servetifünun anlayışına uygun romantik aşkları, duyguları, hayalleri, kişilerin iç dünyasını, hüzün ve karamsarlık konularını işlemiştir. Eserlerinde toplumsal konulara yer vermemiştir.
Romanlarında, psikolojik tahlillere önem vermiş ve bunda başarılı olmuştur. Çevre ve kişi betimlemelerine pek önem vermemiştir.
Halit Ziya’nın etkisinde kalan yazar, gerek roman tekniği gerek dil ve anlatımının sağlamlığı bakımından onun kadar başarılı olamamışsa da daha sade bir dil kullanmıştır.
Roman ve öykülerinde kendi hayatından kesitler vardır. Eserlerindeki kahramanlar aracılığıyla duygu ve düşüncelerini anlatmıştır.
Realizm ve natüralizmden etkilense de aşk, sevgi konularını işlediği için eserlerinde romantizmin de etkisi vardır.
Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı sayılan “Eylül” en ünlü romanıdır.